İlk Bakış: Assassin’s Creed Shadows Oynadık!

Bundan 4 yıl önce Ghost of Tsushima incelemesini yazarken “Ne zaman yeni bir AC oyunu duyurulsa mutlaka birileri çıkıp “Ah be, bir Japonya’da geçenini yapamadılar şunun!” diyor. Artık demenize gerek yok arkadaşlar!” demişim. Şimdi yalan yok; haksız da değildim hani. Japonya’da geçen Assassin’s Creed hissiyatını fazlasıyla verdi, o açlığı bastırdı zira Tsushima’nın Hayaleti. Ama ne var biliyor musunuz? Aradan dört sene geçti ve ben tekrar Japonya aşermeye başladım. Ve Assassin’s Creed Shadows’u şöyle tadını çıkarta çıkarta 4 saat boyunca tattıktan sonra ana yemek için fazlasıyla heyecanlıyım!
Başlamadan bir iki detaya değineceğim öncelikle: İlki daha önce tonla Ubisoft sunumuna katılmış birisi olarak Shadows’un tecrübe ettiklerim arasındaki en cilalı tecrübe olduğunun altını çizmek istiyorum. Bu önemli, çünkü Star Wars Outlaws’ta cilasının eksik olduğu daha sunumundan bariz belliydi ve nitekim kısa bir süre sonrasındaki çıkışında da bu yüzden ağır şekilde eleştirildi oyun. Shadows’un Assassin’s Creed’lerin genellikle çıktığı yıl sonu tatil sezonundan Şubat’a, sonra da Mart ayına kaydırılmış olması da Ubisoft’un bunun farkında olduğunu ve hatasından ders çıkarttığını gösteriyor bence. Ufak tefek grafik hataları (gölgelerin titremesi mesela) ve oyunun kendisinden değil de sunucuyla aramdaki bağlantının zayıflamasından kaynaklı teklemeler dışında bir problemle karşılaşmadım. (“Bağlantıdan kaynaklı olduğunu ne biliyorsun?” diyebilecekleriniz için ana makinadan ben oynarken aldıkları kaydı özellikle kontrol ettiğim için sorunun buradan kaynaklı olduğunu tespit edebildiğimi de ekleyeyim)
İkinci noktaya gelelim: Seriyi aşırı sevmeme rağmen AC Mirage beni o kadar da kendine çekememişti mesela. Oyunu bayağı bir (Pıleysteyşın 45 saat diyor) oynamış olmama ve hiç de kötü olmamasına rağmen artık Valhalla’nın ardından doygunluğa ulaştığımdan mıdır yoksa modern hikâyenin yerinde yeller esmesinden midir bilemiyorum ama aldım, oynadım ve bitiremeden bir köşede kalıverdi Mirage öylece. (Bir ara bitireceğim!) Kimisi hiç sevmiyor biliyorum ama benim için Assassin’s Creed’i öne çıkartan, ona asıl lezzetini veren şey arkasında gizemli ve ilginç bir bilim kurgu hikâyesi olmasında yatıyor. Onu çıkarttığınız zaman gerçekten geriye jenerik bir “belli bir dönemi konu alan oyun” kalıyor zira. Shadows daha sunumun başından “Bu anılara güvenmek mümkün değil… SANA YALAN SÖYLÜYOR!” falan diye üzerime Mirage’da eksik olan o modern gizemi atınca bir anda nöronlarım aktif hale gelip hazır ola geçtiler. Ee beni avcunun içine bir kere aldıktan sonra da Yasuke ve Naoe’ye dair giriş kısımları da bu ilgiyi pekiştirince Shadows hikâye kaleminde Mirage’ın yaratamadığı etkiyi şimdiden yarattı bende. Daha ilk 10 dakikadan “İŞTE GERİ DÖNDÜK BE!” demeyi beklemiyordum gerçekten…
Diogo bir dur allasen, ortalık zaten karışık…
Giriş kısmının sürprizini kaçırmamak için hızla es geçerek vaktimizin asıl çoğunluğunu yiyecel “açık dünya” tecrübesine geliyorum hızla. “The Noble” adındaki görev dizisi tarihleri biraz daha ileriye sardığından Naoe ve Diogo’yu biraz daha farklı şekilde görüyoruz. (Diogo kim sorusu aklınızda belirmeye başlarken, Yasuke’nin Oda Nobunaga tarafından alıkonulmadan önceki adı diyerek çözüme ulaştırayım hemen)
Açıkçası Evie ile Jacob’ı tecrübe etmiş olduğumdan ikili ana karakter konusunda çok değişik bir şeyler beklemiyordum Shadows’tan. (Kassandra/Alexios ve Eivor’ları hiç saymıyorum bile tabii) Ama öyle bir yanılmışım ki! İki karakter de birbirinden ciddi anlamda ayrılan farklı oynanışlara sahipler. Yasuke tam olarak çam yarması gibi bir samuray. Oynanışı da bunu kesinlikle hissettiriyor. Eğer gideceğiniz görev göğüs göğüse çarpışmayı gerektiriyorsa eliniz ve zihniniz ister istemez Yasuke’ye kayıyor. 4-5 düşmana karşı savaşan, düşman kılıçlarını karşılayıp karşılık olarak rakibini ince ince dilimleyen bir biçer döver gibi dalıyorsunuz ortamlara. Ama göreviniz gizlilik gerektiriyorsa mesela Naoe aradığınız karakter oluyor direkt. Çünkü Naoe bırakın 4-5 düşmanla aynı anda dövüşmeyi falan, iki tanesini aynı anda zor hallediyor. Ama o da gizliliğe aşırı yatkın; avını usulca avlayacak bir sürü imkânı da var. Aşırı da hızlı hareket ediyor hem ağır ve hantal kalan Yasuke’ye kıyasla. Öyle ki, düşmanı üzerine çekip sonra onlar ne olduğuna ayılana kadar karşı binanın damına çöküp oradan “bıçak atmaca” oynamaya başlamış olabiliyor. Hepsinden de öte, uzun süredir serinin ana karakterleri daha bir “savaşçı” modunda olduğundan ve bu sefer o paye Yasuke’ye düştüğünden Naoe gerçek anlamda bir “suikastçı” gibi hissettiriyor; o kırılganlık sizi daha gizli oynamaya itiyor. Bu açıdan gerçekten de farklı oynanış stillerini yansıtmayı başarmışlar anlayacağınız. Dahası, ikisinin de birbirinden ayrı yetenek ağaçları kendi içinde bile biraz daha farklı alanlara eğilebilmelerine olanak verecek gibi duruyor. (Bu arada Naoe’nin Eagle Vision’ı varken Yasuke’nin yok; bunu da ilginç bir bilgi olarak eklemiş olayım buraya)
Bütün bunların üzerine bazı görevlerde karakterlerin verdikleri tepkiler ve gidişat da kiminle oynadığınıza göre değiştiğinden gerçekten “Acaba burayı diğer karakterle oynasam ne olurdu / ne derdi?” gibi bir merak duygusu da uyandırdı. Tabii hikâyenin dallanıp budaklandığı çok büyük değişiklikler beklemeyin; bu daha çok aromasını birazcık farklılaştırıyor sadece. Ha, bu arada “canon” yani resmî gidişatı takip etmeyi sevenler için de bir “canon hikâye” modu eklemişler. Bunu seçerseniz size seçim şansı vermeden canon hikâye neyse onu lineer halde takip ediyor. Ona da imkan tanımış olmaları hoşuma gitti.
Templarlaştıramadıklarımızdan mısınız?
Templar tarikatı tabii ki oyunda… var ama yok. Yani “Templar” adıyla ararsanız tabii ki yok, çünkü bambaşka bir kıtada ve de bambaşka ortamlardayız malumunuz. Onun eşleniği olarak “The Onryo” yani “intikamcı ruhlar” olarak alınan bir organizasyon var. Bize oynattıkları demodaki görevlerde de yine yeni üçlemeden alışık olduğumuz üzere araştırmalarımızı yapıp ipuçlarını toplayarak 12 üyesi olan bu tarikatın maskesini düşürmeye çalıştığımız bir yapı vardı. Elinizin altındaki “gözcüleri” kullanarak artık bazı kilit noktaları bulamadığınızda yardım alabilmek de oyunun temasını güçlendiren bir geliştirme olmuş. Yani oyun size diyor ki aradığın kişi Harima bölgesinde, Himeji’nin batısında… O lokasyonu önceden olduğu gibi kendiniz keşfetmeye çalışabilirsiniz -ki gerçekten de zor değil bu şekilde bulmak. Ama zorlanıyorsanız, elinizdeki gözcüleri yollayıp “Şu bölgeyi bir araştırsanıza, neredeymiş bu Tokubei’nin evi?” dediğinizde dönüp size “Aha da burada!” diye rapor veriyorlar. Tabii elinizdeki gözcülerin sayısı sınırlı, sezon değişiminde tazeleniyorlar ve de haritadaki “?” olarak gözüken önemli noktaları keşfe yollamak gibi başka işler için de kullanıyorsunuz kendilerini. O yüzden de kendiniz kolayca keşfedebileceğiniz şeylere bir sürü gözcü yığmak çok pratik olmuyor ama “Buraya da gözcüler baksın artık canım” diyebilecek kadar da bir esneklik sağlıyor size bu sistem.
Ha haritalar ve haritaları dolduran soru işaretleri deyince bir ürperti gelmiştir hepinize muhtemelen. En azından Himeji bölgesi ve civarında gözlemlediğim kadarıyla her yere bir şey tıkıştırıp oyuncuyu boğma hatasına düşülmemiş. Büyükçe alanlarda bile 4 – 5 tane ilgi çekici nokta bulunuyor, çoğunu da ziyaretleriniz sırasında doğal bir şekilde keşfediyorsunuz zaten.
O kadar oynadın, hiç mi hoşuna gitmeyen bir şey olmadı derseniz… çok şahsi ve cımbızla aradan alınmış bir eleştiri olacak ama serinin müziklerini hâlâ döndürüp döndürüp dinleyen birisi olarak Shadows’un müziklerine dair aklımda kalan yegâne şeyin sunumun sonundaki boss dövüşünde çalan hiphopumsu parçanın biraz absürt kaçtığı oldu. Ha, bu dediğim gibi şahsi bir eleştiri ve hiphoptan normalde de haz etmediğim için benim kulağımı tırmalamış olabilir. O yüzden kendi zevkinize göre değerlendirmekte fayda var bu kısmı.
Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Assassin’s Creed Shadows çok uzun süredir yolunu gözletiyor bize ama beklediğimize değecek bir iş ortaya çıkacak belli ki. Son üçlemenin en iyi taraflarını damıtıp almış ve serinin önceki güçlü noktalarına katarak hem oynanış hem de hikâye olarak rafine bir iş ortaya çıkartmış. Eğer demoda gördüklerimiz oyunun kalanına da yedirildiyse Mirage’la formdan düşmüş seri yine kendinden bolca bahsettirecek gibi duruyor. Yeter ki Ubisoft hatalarından çıkarttığı dersleri doğru şekilde uygulamaya devam etsin…
Animus EGO mu?! Animus EGO, Origins’den itibaren çıkmış olan ve bundan sonraki çıkacak tüm AC oyunları için bir toplanma noktası. Bunun benzerini daha önce de deneyen ve çok da başarılı olamayan oyunlar oldu ama açıkçası Animus EGO bana gayet potansiyelli geldi. Öncelikle Animus üzerinde 4 farklı sekme var: Memories, Projects, Exchange ve Vault. Memories, tahmin edeceğiniz üzere her biri farklı dönemde geçen asıl oyunlara ulaşacağımız bölüm. Projects, çeşitli oyun içi görevler vererek sizi ödüllendirecek kısım. Buna bir nevi Battle Pass türevi de diyebiliriz. Exchange, Projects’ten kazandığımız anahtarları ve kazanımları çeşitli silah, zırh ve kozmetik gibi harcamalarda kullanacağımız kısım. (Önceki üçlemedeki Reda’s Shop gibi düşünebilirsiniz) Son olaraksa Vault, modern dünya hikâyesine dair ipuçlarını bulup devam ettireceğimiz alan. Bu kısım hakkında henüz çok bilgi vermeyip “Sürprizlerimiz var” demelerinden yola çıkarak sadece birkaç günlük yazısından fazlası olacağını umuyorum. AC Shadows’un çıkışıyla birlikte Animus EGO da aktif hale geleceğinden 2 aya göreceğiz bakalım ne olup bittiğini… |